12 Mart 2017 Pazar

Eskiler, yeniler


Bu aralar kıyaslama yapmak bir alışkanlık oldu galiba bende. Her şeyi yeniyi eskiyi hep kıyaslamaya başladım. Bu kıyaslama ilk başta kullanılan eşyalardan başladı, kıyafetlerden, ilişkilerden, evliliklerden devam etti gitti, sonra baktım ki aslında değişen her şey o kadar fazla ki artık takip bile edemez hale gelmişim.

Lisenin başında hayalim hafızası olan bir saatti,  hani şu hesap makineli, ışıklı teknoloji harikasından bahsediyorum, sonra walkman, sonra vcd oynatıcı. Lisenin ortası cep telefonu hayaliyle, sonu da daha iyi bir cep telefonu hayaliyle geçmişti. Evet bunların hepsine sahip olmuştum, ilk telefonumu berberin ve babamın terzi dükkanında yaz tatilinde çıraklık yaparak, günlük 1 lira karşılığı gazetenin verdiği kupınlarla sahip olmuştum.  Aldığım saatle yorganın altında ışığı yakar hayal kurardım, cep telefonunda konuşmak da çok pahalıydı, arkadaşlarımda bu melet çoğaldıkça bir birimize çağrılar atmaya başladık. Sonra sms, whatsapp... Çok daha sonraları anlamaya başladım bunların hepsi seni ailenden arkadaşlarından yavaş yavaş uzaklaştıran şeyler olduğunu, uzaklaşıyordum salonda oturmaktan, arkadaşlarla trafonun orda buluşmaktan, beraber yaptıklarımız azalmaya başlamıştı. Sonra bir de internet ve kişisel bilgisayarlar girmeye başladı ki tam bir felaket,  msn yazışmaları bizleri eve mahkum etmişti, trafonun orda buluşmuyor internetten yazışıyorduk. Yalnızlaşıyor yalnızlaştıkça da yeni şeyler giriyor hayatımıza daha da beteri oluyorduk. Halbuki ne güzeldi biri gitar çalardı, hep beraber söylerdik, saz çalanlar da vardı aramızda türküleri de sevmiştik, ezberlemiştik.
   
Bu yenilikler bizleri kişiselleştirmekten ve yalnızlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.  Hatırlayın eski filmleri arabaların ön koltukları tek parça halinde. Sevdiği kız yanında olan Sadri Alışık arabayı kullanır, kız başını Sadri abinin omzuna koyar, öyle giderlerdi.  Her şey insan içindi, şirketler fabrikalar için değil. Yastıklar bile tek parçaydı. ‘ bir yastıkta kocayın’ temennileri vardı. Evlerde önemli olan yer misafir odasıydı. Çok odalı çok misafirli evler. Şimdi arabalar nerdeyse sadece sahibine hizmet eder halde, bırakın yastıkları yataklar bile ayrı bazı evlerde, her yer rezidans denen tek odalı evlerle dolu.  Müşterek hiçbir şey kalmadı her şey özel oldu.  Aileler bölündü, evden ayrılan tek odalı eve çıkıyor,  bir tane daha televizyon, bir tane daha buzdolabı,  çamaşır makinesi, telefon, yatak, koltuk kısaca her şeyden bir tane daha satılıyor. İnsana hizmet eden aletler yerine, alete hizmet eden insan oluverdik.

Bakalım daha neler çıkacak karşımıza, insana hizmet etmeyecekleri kesin. Biz kimlere hizmet edeceğiz orası mühim. Zaten yalnız öleceğiz, o mezara tek başımıza gireceğiz. Evet yalnız gireceğiz ama birileri oraya götürecek bizi, birileri inanırsanız dua edecek arkanızdan. Yani yalnızlaşmayın, özelleşmeyin, inadına hep beraber olun. Yüz yüze görüşün, dokunun sarılın sevdiklerinize.  Son zamanlarda cenaze namazını sadece mezarlık görevlileri kılan o kadar insan var ki gözlerimizi kapattığımız için göremediğimiz.  Adınız o telefon rehberlerinden silinmeden önce bir gayret daha… 


17 Ağustos 2016 Çarşamba

Ah bu ben


Bir taraf çok karanlık, umutsuz, hayalsiz; bir taraf olabildiğine aydınlık, umutlu, her yer hayal dolu. Ömür su gibi akıp giderken içimde de ömrüm gibi bir akan bir nehir var.  Bazen çok yavaşlıyor, durgunlaşıyor bu nehir, bazen de o kadar coşkulu ki durduramıyorum. Bu hisler içerisinde günler geçiyor, yeni gün yeni hisler doğuruyor ve ben hayretle bakıyorum bu olanlara.

Bazen kocaman bir şehrin aydınlık sokaklarında kayboluyorum. Sonra kimsenin bilmediği sakin bir köyde buluyorlar beni. Bazı anlar sevdiğim insanların yanında şen kahkahalar atarken kayboluyor, sonra birden kendimi yapayalnız ağlarken buluyorum. Bazen çalışıyorum plazalarda, bazen de bir tren yolu işçisi Anadolunun bir köyünde. Bir bozkırım, bir maki; bir denizim, bir çöl; bir karım, bir güneş; bir kuşum bir kaplumbağa… Her tarafta bir parçam var, dağıtıyorum hepsini göz kararı.  Allahtan hepsiyim, Allahtan bitmiyorum, dağıttıkça bereketleniyorum.

Her duyguyu yaşamalı insan, insana dair olan her duygudan bahsediyorum. Edebince usulünce yaşamalı.  Yaşam çok uzun değil tahmin ettiğiniz kadar. Tek düze, sıradan, hep aynı şeyler olmamalı hayatımızda. Renkli olmalı yaşam, siyah da bir renktir bu arada, yaşanacaksa en koyusundan yaşanmalı. Müzik olmalı, kitap olmalı, renk olmalı, kalabalık olmalı, yalnız da kalmalı, güzel kokmalı, bazen burnumuzun direği bile eriyebilmeli yani.

Hissetmek güzel bir şeydir. Yediğin üzüm tanesinin kıvrımlarını, ağzında bıraktığı tadı hissedebilmeli. Müziği bütün notalarını duyana kadar dinlemeli. Gördüğün manzarayı panoramik çekim yapan telefonuna değil de, zaten panoramik olan gözlerine kaydetmeli. Nazire yapmak için değil, sevdiğine hazırlamalı kahvaltıyı, önce kendi “like /beğen” butonuna basmalısın yaptığın şeyin. Dokunmalısın içi boş kalbine ki kızarsın telefondaki gibi. Yani hissederek yaşamalısın kanımca.

Hadi bakalım benden bu kadar. Bakalım bugün nerede kaybolup, nerede bulacağım kendimi. Unutma telefondaki kalbe değil, karşındakinin kalbine dokununca gerçekten içinin kızardığını, dolduğunu… İçini doldurarak yaşayanlara selam ile…
                                                                                                              17.8.2016/Erzurum


31 Mayıs 2016 Salı

Nasıl Gidiyor?

Ömür ve görevin vasatı hayırlıdır demişti dedem. Çok derin düşünmemiştim bu söz üzerine. Öyle çok telaş var ki hayatımda hangisine kafa yormalıyım karar veremiyorum bu aralar.  Zamanı hep yavaşlatmak isterim, aksine hızlanıyor lakin kendileri. Vasat bir hayat bu kadar hızlı geçmemeli, vasat bir görev de hayatımızı bu kadar meşgul etmemeliydi.

Bu sosyal medya dedikleri (kendimce modern dedikodular diyorum) çoğumuzun vazgeçemediği bir gerçek artık, ne uzak kalabiliyoruz ondan, ne de ona yakın olmak istiyorum. İş aralarında, akşam otururken bir bakmışım elimde telefon yine dalmışım sanal aleme.  Neyse yine dedikodulara bakıyorum kuşlu siteye, fotoğraf kameralı sitede de nispet için verilmiş pozlara. Geçtiğimiz aylarda Kızılay’da kaybettiğimiz kardeşimiz Elvin Buğra’nın sayfasına denk geldim gezinirken. Ablasının paylaştıkları günümü hüzünlendirdi, kalbimi hissettirdi bana. Hüzün insana özgü bir duygu, çok insanca o yüzden, uzun zamandır hüzünlenmeyenler arada kalplerini dinlesinler azıcık. Kalbinde henüz dokunulmamış yerleri var keşfedebilirler. Laf başka yere gitti, Elvinin ablası bir söz paylaşmış, Tarık Tufan’ dan “Sınanmadığınız bir acı üzerine konuşmak kolaydır.” Yine derin düşünmek istedim düşünemedim bu söz üzerine, kendi kendime dedim ''sonra düşünürüm...''. Kaçtım yani.

İşte böyle oluyor hep. Galiba dünya sarmış her yerimi. Galiba yaşamı hayata tercih etmişim. Ne yapmalı, ne söylemeli bilmiyorum. Nasıl yavaşlayacak bu zaman, ne zaman kendime merhamet edeceğim. Ne zaman öfke dinecek, ne zaman hüzünleneceğim, ne zaman sevineceğim ve ne zaman verecek bana kader müsekkini? Yani bu insanca talepler, yerlerini başka isteklere mi bıraktı? Sonra dedemin dedikleri geldi aklıma “Ömür ve görevin vasatı hayırlıdır.”

Elvinin ablası da çok acı çekiyor, gittikleri cafede fiilen yanında olmayan kardeşine çay söylüyor, ona mektup yazıyor, ona benzeyen çocuklara sarılıyor…  Büyük sınanıyor yani, bizler kaçtığımız için hüzünden, acıdan, konuşuyoruz işkembeden. İyi insanlar çabuk ölürmüş. Olsun iyi olalım da erken ölelim. Hayat doğumdan önce başlar ölümden sonra da devam eder. Yaşam öyle değil ki. Bizler şehitlere, genç ölenlere haberlerde bakıyoruz birkaç dakika o kadar. İşte bakın ne kadar kolay konuştum. Sonra Tarık Tufanın dedikleri geldi aklıma “Sınanmadığınız bir acı üzerine konuşmak kolaydır.”

SUSTUM…

İyi kalpli insanlara selam ile…                                                                                                                  ödemiş, 31.05.2016



15 Haziran 2015 Pazartesi

Toprak ve İnsan Üzerine

            Bu günler pek bir hareketli, çiftçiler telaş içinde. Bir kısmı ürün toplama derdinde, bir kısmı yağmurdan şikayetçi, bir kısmı da yağmur duasına çıkmış vaziyette… Kime ne söyleyeceğimi şaşırmış durumdayım. Kimine Rabbim afet vermesin diyor, kimine de Rabbim rahmetini bağışlasın diyorum. İki ayrı talep var O’ ndan, iki ayrı dua Yaradana.

Bu vesile ile toprak-insan ilişkisini gözden geçirmeye başlıyorum. Toprak için Her şey o kadar optimum seviyede olmalı ki ürün düzgün olmalı. Toprağa azıcık fazla yağmur ürünü kaybettirir, yağmazsa da kuraklık olur. İnsan da nimet çok olunca şımarır, az olunca da isyan eder.  Ademoğlunun da topraktan yaratıldığını düşününce bu ikilinin bir çok benzer özelliğinin olduğunu fark ediyorum. 

Köylü toprağa eksik olan elementleri dışarıdan atmaz ise, toprak beslenemez ve üründe değişik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Satılan gübrelerin içeriği magnezyum, çinko, bakır, kalsiyum, demir gibi çeşitli elementler içermekte iken; geçenlerde gördüğüm bir sağlık programında çinko eksikliğinin insanda saç dökülmesi, bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi sorunlara yol açtığı, keza demir eksikliğinin depresyona, kansızlığa yol açtığından falan bahsediyorlardı. İnsan ve toprak suyla, havayla ve sevgiyle besleniyor. Bir disiplinle yetişiyorlardı. Ayrıca yabani meyveler yenmiyor, yabani insan da hiç çekilmiyordu.

Aynı yağmur, aynı hava ile beslenen kimi topraktan kırmızı renkli kirazlar, yeşil renkli erikler, kocaman bir karpuz çıkabiliyordu. Halbuki besinleri aynı. Ektiğimiz bir çekirdekten bir ağaç yetişebiliyor, ya da ayçiçeği. Demek ki toprağa insan gibi talimat verilmiş. Sen karpuz olacaksın sen de kivi... O da görevini yapıyor. Aynı su ve yemeklerle beslenen insandan da bilim adamı, katil, sanatçı, derviş, zalim çıktığı gibi.  Yani insana da mı talimat verilmiş,  görevini yapması için?  Bulutun görevi yağmur yağdırmak,  ağacın görevi meyve vermek.  Meyve için ağaç var, yağmur için bulut var iken Acaba insan ne için var, insanın evrendeki görevi ne? Sadece yemek, içmek, üremek mi?

Bu soruya cevap verebilmek için küçük bir ipucu. Bir çok batı öğretisinde insanı düşünen hayvan, karar verebilen hayvan, sosyal hayvan gibi nitelemelerle tanımlarken, neden İslam insanı yaratılanların en şereflisi (eşref-i mahlukat) diye tanımlar. Neden insan topraktan yaratılıp, şeytan ateşten yaratılır? Neden ateş kibri, nefsi; Toprak tevazuyu, kalbi temsil eder?

 Aramak da güzel bu sorunun cevabını, bulanlar zaten bulmuş o sırrı.  O zaman Aziz Mahmut Hüdai oluyorsun, o zaman Üftade oluyorsun, o zaman Mevlana oluyorsun. Soralım belki cevap verirler onlar, sora sora öğreneceğiz değil mi?
                                                                          Selam ve sevgi ile…
                                                                                                      15/06/2015, Denizli


 

22 Mayıs 2015 Cuma

İĞDE AĞACI


          Evden şöyle bir telaşe ile çıkıyorum… Hızlı adımlarla, etrafına bakmadan, agresif… Aman Allah'ım bir koku! Parfüm değil, kolonya değil başka bir şey bu, hatırlıyorum bu kokuyu bir yerden küçüklüğümden, eskilerden, bilemedim şimdi. Kokuya yaklaştığımı hissediyorum, çekiyorum derince içime şöyle sindire sindire, ve mutlu son… Kapıdaki iğde ağacı.. Baharın, yazın işaretçisi iğde ağacının o muhteşem kokusu, bir parça koparıyorum büyükannem gibi, elimde koklayarak gidiyorum arabama, koyuyorum yanı başıma.

            Yola çıkıyorum, yaya geçitleri ve binaların üzerileri siyasi partilerin bayrakları ve liderlerinin  fotoğrafları ile dolu. Ama her yer.. Sarılar, kırmızılar, maviler, başaklar, oklar, hilaller, lambalar ve niceleri… Işıkta duruyorum, bir meczup, dileniyor, ekmek parası diyor, üstünde kıştan kalma kıyafetleriyle… Hemen üzerindeki bayraklara bakıyorum, bir tanesi belki birkaç ekmek bedelinde… Devam ediyorum, bir yandan da düşünüyorum, mantıklı bir şey gelsin diyorum aklıma gelmiyor maalesef… Odama oturuyorum, balkonun kapısını açıyorum, mis gibi hava gelsin diye, çayım geliyor, bir parça koparıyorum simitimden . Diyorum ki ruhum da beslensin, açıyorum radyoyu, tam güzel bir şeyler çalmaya başlıyor ama duyamıyorum, kapımdan bir seçim arabası geçiyor, bir daha geçiyor, bir daha… Pop, arabesk, türkü, karadeniz, ege, anadolu melodileri, melodiler güzel de sözler ne olacak. Hiçbir şey anlamıyorum, acaba hangi tarz müziğe oy versem diye mi düşünüyorum, yine bilemedim… Tıklım tıklım bir öğrenci servisi duruyor önümde, çocuklar balık istifi. Aklıma Ankara geliyor, okuluma giderken otobüse binmek için yaptığım türlü cambazlıklar sonra, yazın sıcağı klima hak getire… Kokular, sesler… Sonra seçim arabaları geçiyor, acaba bu arabaların, yakıtların bedeli ile çocuklara kaç tane servis, belediyeye kaç tane otobüs alınırdı diye. Devam ediyorum, bir yandan da düşünüyorum, mantıklı bir şey gelsin diyorum aklıma gelmiyor maalesef yine. Haberlere bakayım diyorum, koca koca adamlar, profesörler, doktorlar, liderler atıyorlar, tutuyorlar, kızıyorlar, bağırıyorlar, vaat ediyorlar, etmiyorlar, ak diyorlar, kara tepki alıyorlar, emekliye, asgari ücrete zam diyorlar, e bayrak asıyorlar, şarkı çalıyorlar çırpıyorlar… şifahaneler hasta dolu, ölümler de var bazılarının evinde, Suriyeliler var, Arakanlılar var; e bir de portreleri liderlerin, gözlüklüler var, kravatlılar var, mavi gömleklileri de var duvarlarda asılı mütebessüm.. Neşeli melodiler de var. Dua edenler var, defnedenler var, aşk acısı çekenler var. Kulağı duymayıp, gözleri görmeyenler de var.

            Köyler, kahveler siyasilerle dolu 4 yılda bir gelenlerden, sonrasında görmek için 100 randevu alman gerekenlerden. Biliyorlar mı acaba  Suriyeliler oy kullanamayacak bu seçimlerde, Arakanlılar da…  Memlekette milyon tane Suriyeli kardeşimiz var, ama oyları yok… Seçimler çok mu önemli ki diyorum  memleketimde, aklıma yıllar önce tanıştığım Rey Dayı geliyor. Adını seçim günü doğmasından alıyor. Tam bir diktatör evinde, hep onun sözü geçiyor.  Ama adı çok demokratik..!

        Akşam oluyor yine, iyi ki akşamlar var, balkon var, kitaplar var, çay var…  Apartmandan giriyorum yine karşılıyor iğde ağacı beni, derince çekiyorum yine içime, şükrediyorum, kokusunu alıyorum. Kimseye zararı da yok o kokunun, sen kimin seçim propagandasısın diyorum iğde ağacına. Alıyorum cevabımı, seçimimi yapıyorum, güzel kokana veriyorum oyumu. Bu dünyanın seçiminin galibi belli. O’ nun kadar güzel yapanı yok her şeyi, vaatlerinin sonu da yok hem… Buyurun siz de seçiminizi yapın.  Selam ve sevgi ile...

                                                                                                                   22.05.2015/Denizli
                                              



4 Mayıs 2014 Pazar

Askerlik Anısı Bitmezmiş...

Uzun aradan sonra yazmak nasip oldu yine. Yazacak şeyler biriktirmek için yaşamak lazımmış. Askerde 30 lu yaşlarıma başladım bile.  Geldi ve geçti 6 ay. Hiç bu kadar tefekkür ettiğim bir zaman dilimim olmamıştı. Çok düşündüm, çok üzüldüm, çok sevindim, çok sinirlendim, çok çok çok…

Zamanın nasıl geçtiği hususunu önce düşündüm. Zamane insanı olunca insan, geriye dönüp bakmaya zorlandığımı fark ettim. Orda bir gün üç gündü çünkü. Her saate baktığımda ya bir saat geçmişti, ya da yarım. İradem elimden alınınca zaman geçmez oldu. Mutlu anlar çok çabuk geçti. Yüzümde ki gülümseme geçmeden, yine o karanlık yere tekrar döndüğüm bolca zamanım oldu.

İnsani duygular da farklılaşmıştı. Ya çok seviniyor ya da çok üzülüyordum. Bütün bu insani özelliklerin şiddetleri üç kat daha fazla yaşandı orada. Daha çok özledim, daha çok sevdim. Bir bardak çay ikramı verilebilecek en güzel hediyeydi bana. Beş dakikada içtiğin o çay, beni oradan aldı götürdü olmak istediğim yere.  Bir müzisyen arkadaşımın gitarıyla sevdiğim bir şarkıyı tınlatması çok güzeldi. Bir melodi insanı alır götürür mü uzaklara,  çok gittim oralara, çok kaldım. Sadece on dakika içinde oluyordu bu olanlar.

İnsan olmanın ne kadar şerefli bir şey olduğunu idrak ettim. İnsanlıktan çıkmanın da ne kadar kolay olduğunu. İnsanı insan yapan şeyin ruh olduğu çok aşikardı. Ahlaklı insan her yerde ahlaklıydı. Sohbet etmeye varsa arkadaşım bir de kahve ya da çay, insan olduğumun farkına varmam çok da zor değildi. Çünkü sadece sayı olarak bir kıymet taşıdığın o yerde, insan olduğumu kendim hatırlamalıydım. Onlarca insanla aynı yerde yaşamak zor oluyordu. Aldığın eğitim, okuduğun okul önemli değildi orada. Her tarzdan her yaştan ve kimlikten insanla aynı havayı soluyordum. Farklı diye tanımladığım insanlarla zaman içerisinde müşterek bir şeyler buluyordum konuşacak. Dinliyor ve gözlem yapıyordum. İnsanların hayattan beklentileri, amacı farklı olsa da o yerde mecburdum yaşamaya. Normalde dönüp bakmadığım, hiç aynı yerde olamayacağım insanlarla iki metrekarelik bir nöbet kulübesinde sohbet ediyordum, sözünü kesmeden, müdahele etmeden.

Bazen kaçıp, gitmek istiyordum olmak istediğim yere. Dua ediyordum sabır diyordum, tevekkülü en çok orada öğrendim. Bir telefon, bir mektup, ufak bir hatıra geçmişimden çok kıymetliydi. Hayallerim olmasa, umutlarım olmasa yaşamak ağırdı. Bitmeyecek dediğim günüm olduğunda hayaller ve dualar devreye giriyordu. Ömrümü bir düğmeye basıp ileri sarmak istiyordum. Olmuyordu maalesef. Çünkü yaratanın  bana verdiği ömrün her dakikasında bir anlam vardı. Bu anlamı bulmalıydım. 

Anlatacak çok şey var size göre kısa, bana göre uzun altı aydan. İnşallah bir şeyler katmıştır bana, alacağımı inşallah almışımdır o dönemden. Küçük bir tavsiye size, zamanın nasıl geçtiğini görmek istiyorsanız bir yerlere tarih atın (biz askerde şafak yazma derdik). Dönüp baktığınızda günlerin ve ömrün geçtiğini fark edeceksiniz. 

Bizlere verilen ömürde askerdeki altı ay misali, sınırlı ve bitecek. Kimimiz kısa dönem, kimimiz de uzun dönemiz hayatta. Umarım askerlik bittiğinde askerliğin manasını anlarız. İnşallah tezkere belgemizi sağ tarafımızdan alırız dostlarım. Sevgi ve muhabbetle…

 04.05.2014

24 Eylül 2013 Salı

Bir şehir üzerine...


Serin bir sonbahar günü, iki saatlik bir yolculuk ardından geldim buraya. Adı Thyateira… Romadan bu yana hoş bir yerleşim yeri olan burası zeytini, tütünü ve yemekleri ile ünlü. Osmanlıdan sonra adı da Akhisar olmuş. Akhisar’dayım yani. Manisa’nın Akhisarı’nda. Hep karışırmış Konya Akşehirle öyle der yerliler.


Akhisar denince ilk akla gelenler futbol takımı ve köftesidir (köfteci Ramiz). Ben de gelir gelmez ilk gün köftesini yedim, Köfteci Ramiz de güzel de Akhisar Can Köfte bence daha iyiydi. Çarşıda irili ufaklı bu yemeği yapan onlarca işletme var. Fırında kokoreç (şen kardeşler), sabahları paça çorbası (şen kardeşler) da diğer lezzetleri. Futbol takımına da şöyle bir  baktım, özetlerini izledim. Hatta kısmet ya bu sene bir maçı stadda izledim Ankara’da, o da Gençlerbirliği-Akhisar Gençlik maçı idi. Yani aslında burayı göreceğimin ilk işaretiymiş.  Neyse bu ilçe baya da kalabalık 100.000 den fazla insan yaşıyor. Göçlerle birlikte nüfus da giderek artan bir ivme var.  



Aslına bakarsanız Romalıların, Selçukluların ve Osmanlıların bir bildiği varmış. Bu medeniyetler nereye yerleşmiş ise hala ülkenin önemli yerleşim yerleri hala kendileri. Manisa, Konya, Bursa, İstanbul, İzmir… Akhisardaki Eski antik kent bugünki yerleşim yerinin altında, kazılan her yerden tarihi eser çıkıyor.  Antik kentleri gezmek, görmek, fotoğraf çekmek ve şehrin havasını hissetmek gerçekten çok hoş.  Azıcık tarihe  ilgisi olanlar bu ören yerlerinde güzel vakit geçirebilirler. Ben de severek gezerim buraları lakin tarihi hissetmek benim için orada hala canlı bir şeylerin olması demek. Tarihi hamamlara gitmek, antik tiyatrolarda konser izlemek gibi etkinliklerde hayallere dalarım.  En çok duygulandığım, hayal kurduğum tarihi yer ise camiidir.



Gelir gelmez yaptığım araştırmalar da şehrin merkezinde 14 ve 15. Yüzyıldan kalma tarihi camiler olduğunu öğrendim. İbadete açık ve tarihi dokusu bozulmamış camileri şöyle bir gezeyim istedim. Camiler bence yaşayan tarih özelliğini hiç yitirmeyecek yerlerdir. Çünkü ibadet usulü, dua ve yakarışlar hep aynıdır. Konuşulanlar, sohbetler cami avlusunda yatan dervişler, mezarlar, çınarlar hep aynıdır. Camiler her ne kadar günümüzde sosyal işlevini yitirmiş görünse de İslam dininin sosyalleşme yeridir. Amacın Allah rızası, güzellik, tasavvuf, birleşme olan kısaca Vahdet-i Vucüd (yaratanla yaratılanın tek kaynaktan gelmesi) felsefesinin hayatla bütünleştiği yerlerdir buralar. Fakirin gözetilmesi, cenazelerin kalkması, din eğitimi, güzel ahlak gibi temel konular hep bu yerlerde konuşulmuş ve yaşanmaya başlanmıştır. Düşünün şehzadeler şehri olan Manisa da bu mekanlarda Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Mustafa gibi nice şahsiyetler yaşamış, belki buralarda ibadet etmiş, hutbe okutmuşlardır. Mekan aynı, dua aynı, amaç aynı… Ben de zaman farklı da olsa onları hissetmeye çalışıyor, dua ediyor, bugünün meselelerini buradan düşünüyor,  yorumluyor ve kendime pay çıkarıyorum. 600 yıl önce hissedilen neyse, şimdi de aynısı hissediliyor işte.



Akhisar’dan aktaracaklarım bunlar, azıcık havaya gireyim gazeteci cümleleri ile. :) Yolunuz düşerse Akhisar İzmire 100 km uzaklıkta, İzmir’den gelirken Manisa’yı da gezmeyi unutmayın, buraya gelirken içinden geçeceksiniz. Hem gönle, hem bedene iyi gelecek buralar benden söylemesi, mevsim de sonbahar ki tam gezmelik yani.. Hoşça bakın kendinize, herkese, dünyaya…

                                                                                              Sevgiler…
24.09.2013/ Akhisar